Can Sarıçoban: Her yeni sergimde yeni bir teknik deniyorum

Yazar: Pınar Korkut

Kimya eğitiminin ardından Fransa’nın başkenti Paris’teki Conservatoire Libre du Cinéma Français’te sinema eğitimi alan yetenekli fotoğrafçı Can Sarıçoban, İstanbul Sanat Dergisi okuyucuları için hem fotoğraflarının dünyasını hem de romanlarını anlattı. Keyifli okumalar…

Paris’te sinema eğitimi aldınız. Peki, fotoğraf sanatına olan ilginizi ilk ne zaman keşfettiniz? Bize biraz bu yolculuğunuzdan bahseder misiniz?

Fen lisesinin ardından ailem gibi kimya yolundan ilerlemek için 17 yaşında ilk üniversitemi okumak üzere Çukurova’ya gittim. Orada geçirdiğim yalnız günler boyunca henüz hayatın anlamını sorgulamaya ve kendimi kendimi keşfetmeye başlamıştım. Bir yandan zamanında okumadığım Rus edebiyatı ağırlıklı olarak dünya klasiklerini okuyarak, bir yandan modern sinemanın ustalarının filmlerini izleyerek, bir yandan da adeta terapi niteliğinde kendimce bir şeyler yazarak boş vakitlerimi geçiriyordum. Tüm bunlar iç sıkıntımı bir nebze olsun hafifletiyor, melankolik ruh halimden keyif almaya başlamama sebebiyet veriyordu. Her geçen gün biraz daha emin oluyordum; sanat alanında beslenmeye devam etmeli ve bir şeyler üretmeliydim. Kendimi bu şekilde gerçekleştirmeliydim. Kendi filmlerimi yazıp yönetmek, en büyük hayalimdi. Fakat bunun için tekniğimi geliştirmek adına öncelikle görsel alanda sağlam bir eğitim almam gerektiğine karar vermiştim. Ne Fransızcam vardı ne de Fransa’da tanıdığım kimse, ancak eğitimimi Paris’te yapmam gerekliliği adına bir tür emin olma hali, hatta takıntı oluşmaya başlamıştı. Vunun birçok farklı sebebi olabilir.

Can Sarıçoban

Gerçekten de Almanya’daki kimya stajımı yaparken bir anda cesurca birkaç adım atarak Paris’e trenle gittim ve Sorbonne’un dil kursuna yazılıp, kendime Belleville yakınlarında bir stüdyo daire tuttum. Neyse ki başlarda bana karşı görünen ailem de o saatten sonra bana destek olmaya karar verdi. Her şey mucizevi bir şekilde o kadar hızla ilerledi ki, yaklaşık bir sene sonra Fransızca’yı öğrenmiş, yine kendi çabalarımla bulduğum fotoğraf okulunda yüksek lisansa başlamıştım. İlk olarak fotoğraf çekmeye, sağdan soldan edindiğim teknik fotoğraf kitaplarını çalışıp, Almanya’da staj yaparken satın aldığım fotoğraf makinasıyla Ludwigshafen, Heidelberg ve çevresindeki parklarda peyzaj fotoğrafları çekerek başlamıştım. Bu sayede iyi kötü bir portfolyom oluşmuş, Paris’teki okula da böyle başvurabilmiştim. Paris’te yaşadığım süre boyunca da çevre banliyölerdeki parklarda peyzaj fotoğrafları çekerek buna devam ettim. Bir yandan da aldığım teklif sonucu, Paris Moda Haftası backstagelerinde fotoğrafçılık yapıyordum. Fotoğraf okulunun ardından da fotoğraftan hiç uzaklaşmadım. Bir yandan da hayalimdeki gibi sinema okumak üzere eğitimime Paris’te devam ediyordum. Birçok kısa film deneyimim de oldu. Fotoğraf eğitimi almış olmanın avantajlarını burada çok gördüm. Yakın zamana kadar kısa film deneyimlerim oldu. Uzun metraj film çekme hayalim bugün bile var, ancak sinema sektörünün zorluklarını gördükçe sanırım biraz uzaklaştım. Fineart fotoğrafçılıkta ise işler yolunda gidiyordu.

İlk kişisel serginiz “Le paysage de la solitude’’, Paris’te gerçekleşti. Bunun ardından süreç nasıl ilerledi? Yaptığınız çalışmaları genel hatlarıyla anlatır mısınız?

Paris’te eğitimlerimi bitirdikten sonra önümde iki seçenek vardı; ya orada devam edecektim ya da İstanbul’a dönecektim. Paris’te yaklaşık beş sene geçmişti. Hep şikâyet ettiğim yalnızlık hissinden orada ya da herhangi bir yabancı ülkede kurtulamayacağını anlamıştım. İstanbul sevgim ağır bastı ve dönmeye karar verdim. Dönemden önce Paris’te muhakkak bir solo sergi yapmam gerekiyordu, eğitimin yanında bunun da bana yararı dokunabilirdi. Oradaki fotoğraf okulundan bir hocamın teklifiyle, onun galerisinde ilk sergimi gerçekleştirdim. Almanya’da ve Fransa’da yaşarken çektiğim peyzaj fotoğraflarından oluşturduğum seçkiyi içeren ilk sergim böylelikle hayata geçmiş oldu.

Le paysage de la solitude no.1

Nü fotoğraf alanına yöneliminiz nasıl oldu? Bu seçiminizdeki etkenler nelerdir?

İlk sergimden, geçen sene gerçekleşen sekizinci solo sergi projeme dek her yeni fikir için kendimi tekrar etmeden ve geliştirerek devam etmek istiyordum. Hem devam eden eğitim sürecim hem tecrübelerim hem de değişen zaman ve dolayısıyla değişen kendim, yeni projenin nasıl ilerleyeceğini büyük ölçüde belirledi. İlk zamanlar peyzajlar üzerine çalışmaları yaparken, sonraları Paris Moda Haftası’nda çalışmaya başladığım için portreler üzerine de epey tecrübe edindim. Paris Moda Haftası seçkilerini sergiledikten sonra “Bardaki Yabancı” serim ile bunu pekiştirdim. Ancak bir süre sonra modern fotoğraf çalışmaları olarak adlandırabileceğim bu işlerimi biraz daha aşmak ve yapıbozumuna uğramış, post-modern öğeler barındıran, bilinçaltına da göndermeler yapan çalışmalar ile ilerlemeye karar verdim. Açıkçası nü fotoğraf diye ayrı bir alandan ilerlediğimi düşünmüyorum. Fotoğraftaki öğelerin bir işlevi olmasından yanayım. Yani kadrajdaki bir moda fotoğrafıysa ayrı, doğa ile insan ilişkisini anlatan bir projeye ait bir işse ayrı değerlendirerek ilerlemek gerekiyor. Dolayısıyla bir projeyi hazırlarken modelin giyinik olmasının bir işlevi olmak durumunda, nü olmasının değil diye düşünüyorum.

Biraz da tekniğinizden bahsetmenizi istesek?

İlk dönemlerimde çektiğim siyah-beyaz ya da desatüre çektiğim modern fotoğraflardan bu yana yapıbozumuna ilk geçiş yapmaya başladığım “Deranged” sergimden itibaren birçok farklı teknik kullandım. Örneğin, Deranged’de uzun pozlama, renkli filtreler kullanarak ışıkla boyama; Let’s Dance serimde dijital ve 35 mm analog kullanarak kolaj yapma; New Wave’de dijital ortamda fotoğrafı ayna görüntüsü ile iç içe geçirme; Black Star’da üç ana renk filtre ile çektiğim fotoğrafı üst üste üste bindirerek, bozulmaya uğramış fotoğrafı elde etme… Her yeni sergimde yeni bir teknik denemenin bana yeni kapılar açtığını ve tecrübemi arttırdığını düşünüyorum. Her yeni serimde bu işleri destekleyecek ya da ona gönderme yapacak bir metin yazmayı da ihmal etmiyorum.

Can Sarıçoban - Deranged
Deranged

Fotoğrafın yanı sıra film ve video çalışmalarınızın da olduğunu görüyoruz. Üzerinde çalıştığınız güncel bir projeniz var mı?

Sinema eğitimi aldığımdan dolayı videoya da hâkimim. Çeşitli kısa metraj filmlerim ve videart çalışmalarım oldu. Henüz üzerinde çalıştığım bir proje olmasa bile bir gün mutlaka bu alanlara da yeniden yöneleceğimi hissediyorum.

Geçmişten günümüze size ilham olmuş isimler var mı?

Birçok önemli ismin eserlerini incelemenin göz eğitimi için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Paris’te yaşadığım yıllar boyunca gezdiğim müze ve galerilerdeki resim ve fotoğrafların, kitapçılarda incelediğim fotoğraf kitaplarının bana büyük artısı olduğunu düşünüyorum. Birçok isim olmakla birlikte ilk olarak aklıma gelen fotoğrafçılar Irving Penn, Andre Kertesz, Helmut Newton, Marc Riboud, Helmot Newton ve Paolo Roversi. Sinema alanında ise Tarkovski, Angelopulos ve Nuri Bilge Ceylan, ilk yıllarından beri beni en çok etkileyen yönetmenler olmuştur.

New Wave

Çalışmalarınıza isim verirken ve metinleri yazarken nasıl bir yol izliyorsunuz?

Ne tür bir şey yapabileceğimi düşünmeye başladığımda, aklıma gelen fikirleri not alarak işe başlıyorum. Tabi bu fikirler bir anda gelmiyor. Karar verip de beyninize tohumu attığınız andan itibaren haftalar içinde yeşermeye başlıyor. Bu fikirler arasındaki en uygun olan üzerinden ilerlemeye karar verdiğim andan itibaren ise projenin olgunlaşması ve son hâlini alması, çekimlerin başlamasına yakın oluyor diyebilirim. Çekim süreci sürerken ve bitmesine yakın ise proje hem şekil hem de fikir olarak en sonra hâlini alıyor. Bu süreç yavaş ve adım adım ilerliyor. Arka planda zihnin bu konu üzerine düşünmesi için ona zaman tanıyorum. İşte metinler ve eserlerin isimleri de tam olarak bu sürecin bir parçası olarak ilerliyor. Yani başlangıcından son aşamasına dek olgunlaşıp, son hâlini buluyor. Genel olarak kendi kendine ilerleyen bir süreç olduğunu söyleyebilirim.

Aynı zamanda yazar kimliğinizin olduğunu da görüyoruz. 2020’de ilk romanınız “Düşler ve Hiçlik”, 2022’de ise “Diyalektik Rüyalar” adlı ikinci romanınız yayımlandı. Romanlarınızın çıkış öyküsü nasıl oldu?

En başta bahsettiğim gibi 17 yaşında yalnız yaşamaya başladığım ve Çukurova’ya gittiğim serüvenden Almanya’ya, ardından Fransa’ya taşındığım her anıma kadar yazmak benim için bir terapi aracı oldu. Hem kendimi tanımak hem geleceğimi planlamak hem de iç sıkıntımı hafifletmek adına bazen her gün saatlerimi yazmaya ayırdım. İlerleyen dönemde bunun işime bu kadar yarayacağını tahmin etmezdim. Açıkçası, zaten senaryolarını yazdığım kısa filmlerimden dolayı hikâye yazma konusunda deneyimler edinmiştim. Ancak baştan sona bir kitap yazma deneyimine henüz yeni ulaşabildim. Pandemi kapanması buna vesile oldu diyebilirim. Yazmaktan başka üretim babında yapabileceğim başka bir seçeneğim yoktu. Dolayısıyla, içimdeki sıkışmışlık duygusunda sıyrılabilmek adına kendimi buna zorladım. Hem önceki yazdıklarımdan yola çıkarak hem yaşadıklarımdan yararlanarak hem de hayal gücümü zorlayarak bir şeyler çıkarmaya çalıştım. Yazmak zor olmadı, ancak bu konuda yeni olduğum için editleme süreci beni zorladı. İkinci kitabımda ise bu süreç biraz daha kolay oldu diyebilirim.

Düşler ve Hiçlik - Can Sarıçoban
Diyalektik Rüyalar - Can Sarıçoban
İstanbul Sanat Dergisi'nin yeni sayısı çıktı. Sanat dünyasını yakından ilgilendiren pek çok haber ve özel röportajlar var. Aşağıdaki görseli tıkladığınızda aynı gün kargo ile adresinize gönderiyoruz. istanbul sanat dergisi

İlgili Haberler

Yorum Bırak

en iyi casino siteleri deneme bonusu veren siteler
istanbul nakliyat istanbul eşya depolama