Esra Carus’tan “Yas, Yasa, Yasak!” sergisi

Esra Carus ’u hiç tanımayan biri, Depo’daki bu sergiyi gezdikten sonra hem sosyo-politik işleri ve gazeteci gibi düşünen bir sanatçı olduğuna dair epey fikir edinecek, hem de onu daha fazla tanımak isteyecektir. Sergide sanatçının 30 yıla yayılan külliyatından yaptığı bir seçki yer alıyor. Hatırlatan, düşündüren, öğreten 23 eser… İsmi bile sizi sergi alanına girerken uyarıyor aslında: “Yas, Yasa, Yasak!”

Yapıtlar insanı duygudan duyguya, bir gerçeklikten başka bir gerçekliğe taşıyor; hele de sergiyi Esra ile geziyorsanız. Esra Carus, yaşadığımız coğrafyada çözümsüz bırakılmış adalet, insan hakları, temel hak ve özgürlüklere dair canını yakan ve sorguladığı konuları; bir sanatçı, bir kadın, bir anne ve bir arkadaş olarak, kendi hayatı üzerinden de yorumlayarak içini döküyor aslında. Yapıtlarında bu duygu paylaşımına; mitolojiden edebiyata, felsefeden tiyatroya ve sanat tarihine pek çok referanslarla yer veriyor. Kimi zaman karşınıza Shakespeare’in tragedya karakterleri, kimi zaman Gülten Akın’ın bir şiiri veya Sofokles’in Antigone’si çıkıyor.

İzleyiciye “Her inkar başka çöküntülere neden oluyor ve başlangıç noktasını unutturuyor, hakikate ulaşmayı engelliyor” derken, “Arkasında ne var?” diye soruyorsun. Tam bu noktada sergindeki “Terezin” ve “Gazze’nin Anahtarları” adlı işlerini konuşalım mı? Çok bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Bu iki eser okuması, izleyiciye serginle ilgili epey fikir verecektir.

Tabii… Tarih ve tiyatro metni okumalarını seviyorum. Siyaset, felsefe, sosyoloji ve edebiyatın yakın tarihi ilgi alanım. Günümüze kadar nasıl bir toplumsal deneyimden geçtik anlamaya çalışıyorum, hangi tarihsel mirasın üzerinde yaşıyoruz bilmek istiyorum. 1999’da Prag’da Terezin Toplama Kampı’nı ziyaret etmiştim ve çok etkilendim. Etrafı hendeklerle kaplı, muhkem bir Orta Çağ kenti Terezin. Burası savaş sırasında toplama kampı olarak kullanılmış. Kızılhaç’ın, II. Dünya Savaşı devam ederken toplama kamplarında savaş suçu işlediklerine dair duyumlar alıp denetlemek istemesi üzerine; Nazilerin Terezin’i bir tür dekor, bir sahne olarak kullandıklarını öğrenmiştim. Mesela, teftiş sırasında kampta esir tutulan Yahudilere spor müsabakası, tiyatro, konser gibi gösterileri yaptırarak sanki koruma altındalarmış gibi gösteriler kurguluyor ve bunu o insanlara tehdit altında yaptırıyorlar. Terezin adeta kafes gibi bir yer; istif vaziyette, nöbetleşe uyumak bile belki yaşayabildikleri en konforlu durum. Kafesi bu nedenle bu kampın sembolü olarak kullandım; gözlükler orada yaşamını yitiren yaşlıları, kuşlar da çocukları simgeliyor. Terezin’de ölen çocuklar ve yaşlılar için bir anıt yaptım adeta. Mazlumların hikayesini görünür kılmak istedim, fikri takip yaptım, burada böyle bir şey oldu dedim.

Ancak böyle bir zulme maruz kalmış, soykırım yaşamış, büyük bir acının içinden geçmiş bir toplum, bugün Gazze’de olanlara ne diyor? Elbette İsrail yönetimini eleştiren, ülkenin yarısından fazla vicdanlı insanını bir kenara koyarak söylüyorum; hani “Bir daha asla!” demiştiniz. İşte duvardaki o anahtarlar da Gazze’de, Batı Şeria’daki Filistinlileri; evinden, yerinden, yurdundan edilen bir halkı temsil ediyor. Evsiz kalan anahtarlar, anahtarsız kalan evler, boşaltılan köyler, şehirler… İsrail, kendi tarihsel acı deneyimini Filistinlilere yaşatıyor. Filistin’de ölen yaşlılar, kadınlar, çocuklara dair bir saygı duruşudur bu işim. Gittikleri yerlerde kutsal bir nesne gibi eski evlerinin anahtarlarını duvara asıyorlar hayatta kalabilenler. Dolayısıyla o anahtarlar; vatanını, yasını, kayıplarını temsil ediyor. Tüm geçmişinin hatırasını temsil ediyor. Bu anahtarlar, aslında ülkesini bırakıp gitmek zorunda kalan tüm mültecileri de simgeliyor.

Büyük Şair Gülten Akın’ın bir sözü var; “Aah kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya…” (lütfen bunu kendi sesinden dinleyin). İşte, Esra Carus ’un da yaptığı bu; “Burada ne olmuştu hatırla!” diyor. “Zamanın temsili” diye tariflediğin, bu katman katman kağıt işlerin gibi tarih içinde unutulmuş bir konuyu, bir Gülten Akın şiirinden bulup çıkarıyorsun. Bu bağlamda “Toprak Reformu” isimli işini konuşalım mı?

Çok teşekkür ederim bu yorumun için; Gülten Akın’la böyle bir bağ kurman beni çok mutlu etti. Yası tutulamayan kaybın etkisi bir ömre yayılıyor, ancak o acının içinden geçtiğinde tüm duyguları da hakkıyla yaşıyorsun; mutluluğu da sevgiyi de neşeyi de pek çok şeyin kıymetini öğreniyorsun. “Toprak Reformu”, 2010 yılında yaptığım bir iş. Bütün konulara zarar görmüş insanların penceresinden bakıyorum. Gülten Akın’ın şiirindeki köylünün kolu değil meselemiz, toprağın eşit bir şekilde paylaştırılmaması. Feodalitenin Cumhuriyet tarihi boyunca siyaseti şekillendirmesi ve bu nedenle vatandaş-devlet arasındaki güven ilişkisinin sarsılması. Menderes de bir toprak ağasıydı sonuçta.

Gülten Akın biliyorsun hukuk eğitimi almış, İnsan Hakları Derneği’nin kurucularından, halkla iç içe hakiki bir aydın. Gazetede okuduğu bir haberi dert etmiş ve bir şiir yazmış. Ben de bunu dert ettim! Ve bu konuyu şiir kitabının bir sayfasından çıkarıp, görünür kılmak istedim. Yani o üst üste kağıt parçalarını kitabın katmanları gibi de düşünebilirsin. Bu şiirin hikayesinde Musa Akbaba adında bir köylü var. Çok partili döneme geçmeden önce CHP, topraksız köylüye toprak dağıtıyor. 100 dönüm toprak veriyor Musa Akbaba’ya da. Fakat onun gönlü Demokrat Parti’den yana. Menderes’e kendini daha yakın hissediyor. Nihayetinde oyunu Demokrat Parti’ye veriyor. Ancak bu toprağı, Demokrat Parti iktidara geldikten bir yıl sonra elinden alıyor. Musa Akbaba buna sinirlenip, kolunu tohum makinesine sokarak koparıyor; devlete dair kaybolan inancını bu şekilde ifade ediyor. Gülten Akın da bunu gazete haberinde okuyup, bir şiir yazıyor. Bense bu şiirden toprak reformu meselesini öğrendim ve yeniden bir görünürlük kazandırmak istedim. Kelebek etkisi, kağıdın katmanları gibi… Belki benden sonra da biri filmini yapmak ister veya belki üstüne müzik yapar bilemem.

“sanat yapıtı üretirken pek çok disiplinden beslenen bir sanatçı”

Serginin küratörü Nazlı Pektaş’ın “Yas, Yasa, Yasak!” sergisine dair değerlendirmesi ise şöyle: “Esra Carus, sanat yapıtı üretirken pek çok disiplinden beslenen bir sanatçı. Bu esneklik, onun sanat üretiminde sahip olduğu eleştirel bakışa farklı temaslar ekliyor. Aktüel ya da politik bir duruma edebiyatla, tiyatroyla, sanat tarihi ile birlikte bakışı, imge ve kavram arasında derinlikli bir okuma sunuyor. Yazar ve küratör olarak bu çok okumalı bakışa dahil olmaktan çok memnun oldum ve açıkçası ben de beslendim. Esra, gücün ve kötülüğün yarattığı hasardan 30 yıldır söz ediyor. Kâğıt ve porselen arasında çoğalan külliyatı, içinde dolaştığımız ağır hasarlı zamanın ve coğrafyaların peşinde suç ortaklıklarımızı takip ediyor. Sanatçının baktığı yerle izleyicinin baktığı yer arasında şeffaflığa dair her ne varsa kendi sahnesine davet ediyor. Carus’un sergide kurduğu sahne, yasaklar ve yasalar arasında çoğalan yasın kaydını sesle, görüntüyle, renkle ve nesneyle deşifre ediyor. Ben de bu sahnenin kurulmasında Esra ile çalışmaktan mutluluk duydum.”


18 Mayıs 2024 tarihine kadar açık olacak sergide pek çok eser var. Kral Lear’da baba-evlat ve devlet-vatandaş ilişkisinin benzerliğini sorgularken, Hamlet’te adaletsizliğe dair derin okumaları var sanatçının. Arkadaşı Mine Özerden’e ithaf ettiği ve sergiye de adını veren işinde, babasının cenaze töreninde ailesinden kimseye sarılamayan Mine’nin ve ailesinin yasını, yasaların belirlediği yasaklar içinde yaşarken ne hissetti? Tüm bunlar ve fazlası, Depo’daki sergide görülebilir.

Esra Carus, 30 yılı aşan üretiminde çok şeye kafa yordu, çok şey anlattı ve daha anlatacağı çok hikayesi var. Yüzleşilmemiş tarihimizden hukuksuzluğa, doğa katliamından kent suçlarına, o kadar çok ki…

istanbul sanat dergisi

İlgili Haberler

Yorum Bırak