Umutla umutsuzluğun, iyilerle kötülerin yarıştığı bir iklim

Yazar: Ahu Erkıvanç

16 yıldır düzenlenen “Kitap ile Sohbet” etkinliğinin yeni sezonunda programı organize eden Yasemin Sungur ve etkinliğin ilk yazar konuğu Nebil Özgentürk ile bir araya geldik. Ancak sohbetimizin yegâne başlığı Kitap Kulübü’nün başarısı değildi; Özgentürk, yeni “Zülfü Livaneli” belgeselinin müjdesini de verdi.

Her hafta salı günü İstanbul Oyuncak Müzesi’ndeki küçük ziyaretçilerin arasına yaş ortalamasını biraz yükselten ama en az onlar kadar neşeli ve coşkulu bir kalabalık karışıyor. 16 yıldır düzenlenen “Kitap ile Sohbet” etkinliğinin, başka bir deyişle Kitap Kulübü’nün üyeleri onlar. Eğitmen, danışman ve yazar Yasemin Sungur’un organize ettiği etkinlikte, meraklı okurlar Sabahattin Ali’den Virginia Woolf’a, Gabriel Garcia Marquez’den Yaşar Kemal’e kadar pek çok yazarın kitabını birlikte okuyor, üzerine konuşuyor ve fikir alışverişinde bulunuyor. Bazı haftalar kitabın yazarını da ağırlıyor, birlikte sohbet ediyorlar. Sungur; “Kitaptaki karakterler, hayatlar hakkında konuşuyoruz. Kitabın geçtiği dönem, hangi akıma ait olduğu, nasıl yazıldığı, yazarın biyografisi, yazarın yaşadığı önemli olayları ve kahramanları tek tek inceliyoruz. Onları tanımaya çalışıyoruz ve oradan da kendi hayatımıza bakıyoruz” diye özetliyor kulübün serüvenini.

“Kitap ile Sohbet”in 16’ncı sezonu 7 Kasım’da başladı. Sezonun ilk haftasında hem 29 Ekim hem de 10 Kasım tarihlerinin önemine istinaden Nebil Özgentürk’ün kaleme aldığı ve çeşitli tanıklıklarla, anılarla Atatürk’ü anlatan “Daima Şık” adlı kitap seçildi. Üstelik sohbete Özgentürk de katıldı, kulüp üyeleriyle birlikte kitabın sayfalarını araladı. Biz de etkinliğin hemen öncesinde Nebil Özgentürk ve Yasemin Sungur ile söyleşme olanağı bulduk.

Kitap ile Sohbet Nebil Özgentürk

“Kitap ile Sohbet”, 2008’den bu yana devam ediyor. 16’ncı yıla ulaşmak gerçekten de önemli bir kilometre taşı…

Yasemin Sungur: Evet; ilgi azalmıyor, hatta artıyor. Bazı haftalar 50 kişiyi buluyor katılımcı sayısı. Her hafta yazar gelmiyor, zaten her hafta yazar gelirse rutin sohbetimizi yapamayız.

Hangi kitapların okunacağını nasıl belirliyorsunuz?

Y.S.: Ekibimle birlikte belirliyoruz, görüşlerini alarak karar veriyoruz.  

Ekip derken kastınız ne?

Y.S.: Sohbet kulübümüzün katılımcıları benim ekibim artık. Birçoğu düzenli olarak geliyor. 16 yıldır gelenler de var, her sene eklenenler de. Onlar da önerilerde bulunuyor. Bir yandan sektörü takip ediyorum. Benim için yeni kitap diye bir şey yok. Klasikleri de seçiyorum. İlk kitabını çıkaran bir yazar da olabilir, bir felsefe kitabı da olabilir. Bu sezon “Yaşlı Adam ve Deniz” (Ernest Hemingway), “Bir Kadının Penceresinden” (Oktay Rifat), “Beni Hep Böyle Hatırla” (Melike İlgün), “Aşıklara Yer Yok” (Tarık Tufan) dâhil 18 eser irdelenecek.

16 senede ihtilaflı zamanlar, ihtilaflı kitaplar da olmuştur.

Y.S.: Bazen yazarın ismine ya da kitaptaki bir konuya, ayrıntıya itiraz edildiği oluyor. Ancak zaten bir kitap kulübü lideri olarak onlara şunu göstermem gerekiyor: Farklı görüşten birinin kitabını okumalı ve tartışmalıyız. O kitaptan alacaklarımızı almalı, içerikte beğenmediğimiz noktaları gerekirse tartışmalıyız. Biz sadece sevdiği kitapları odağına yerleştiren bir kitap kulübü değiliz.

Önyargıları kırmakta başarılı olabiliyor musunuz?

Y.S.: Genellikle… Amaçlarımızdan biri de bu. Ancak ne yazık ki kulübümüzde sadece bir erkek var şu anda. Kitap kulüplerine erkekler ilgi göstermiyor.

Siz neye bağlıyorsunuz bunu?

Y.S.: Erkeklerin duyarsızlığı diyorum ben.

Nebil Özgentürk: Şunu itiraf edeyim, sosyal medyada sanatsal bir faaliyetle ilgili bir etkinlik paylaştığımızda dönüşün yüzde 90’ı kadın oluyor. Kadınlar daha duyarlı. Erkekler, siyaset ya da futbol ya da şiddet içeren olayları konuşmayı tercih ediyor. Üstelik bunu yaparken sertleşmekten de kaçınmıyorlar. Öte yandan, kadınlar da siyaset mevzularına pek girmiyor. Bir konsere gittiğinizde etrafınıza bakın, yüzde 70’i kadındır. Erkeklerin çoğu da kadınların zoruyla gider.

Yine de yeni nesilde o durum biraz kırıldı bence…

N.Ö.: Evet, biraz kırıldı. Erkekleri tamamen dışlamanın da anlamı yok tabii. Benim gözlemimi sorarsanız, erkekler “yumuşak” olduğunu düşündükleri şeylerle fazla ilgilenmiyor. 

Toplumsal kodlamaların da etkisi var belki…

N.Ö.: Avrupa’da öyle değil. Burası maço bir toplum, Anadolu toplumu. Baksanıza her gün yaşanan olaylara.  Erkek profilinde hâlâ büyük bir değişim yok. Avrupa’da herkes elinde kitapla dolaşıyor.

Y.S.: Ama biz artık 16’ncı yıla girdik. Son yıllarda kitap kulüplerini bütün Türkiye’ye yaymayı ve o doğrultuda çalışmayı da amaç edindim. Kitap kulübünün nasıl kurulacağını, nasıl sürdürüleceğini anlatan eğitimler veriyorum. Tüm dünyadan insanlar katılıyor eğitimlere. İBB, kısa süre içinde 50 tane kütüphane açtı. Ben de o kütüphanelerde kitap kulübü kurmak için girişimde bulundum. Bir yılda yaklaşık 25 kişiye eğitim verdim. 1 Kasım itibariyle 40 kütüphanede kitap kulübü başladı.

Bunlar umut verici gelişmeler. Son günlerde umuda çok ihtiyacımız var.

N.Ö.: Ben umutla umutsuzluğun, iyilerle kötülerin yarıştığı bir iklimi iç içe yaşıyorum. Cumhuriyet Bayramı’nın 85 vilayette, binlerce kasaba ve köyde coşkuyla kutlanmasından çok umutlandım. Bu ülkede bazı hassas noktalara dokunmayacaksın. Hassas noktalara dokunursan, cevabını alırsın. Bu anlamda umutlanıyorum.

Atatürk ve Cumhuriyet, bu ülkenin hassas noktaları….

N.Ö.: Yıllardır hakaret etmeye çalışanlar, ekranlara çıkan tarihçi müsveddelerine inananlar yanıldılar bence. Onları destekleyenler de utandı. 29 Ekim tarihine kadar doğru düzgün bir program bile hazırlanmadı. Anıtkabir’deki 2 milyon kişi herkesi utandırdı. O yüzden umutlanıyorum. Kitap günleri de imza günleri de coşkuyla geçiyor. Bakmayın, hayat umut vaat ediyor. Bir yandan hayat pahalılığı, enflasyon, otoriter bir rejimin ortasındayız. Umutsuz yaşanır mı?

Y. S.: Kitap Kulübü çerçevesinden bakarak söylersem, yıllar içinde Türkiye’ye açılmamız da umut verici bir gelişme. Şu anda belki 10 yerde farklı arkadaşların yürüttüğü “Kitap ile Sohbet” programı var. Bu konuda eğitim almış yüze yakın insan var. Şirketlerde, okullarda, mahallelerinde, arkadaş gruplarıyla yürütüyorlar.

Kitap kulüplerinde ne buluyor insanlar, onlara katkısı ne?

Y. S.: Kitap okumak yalnız bir eylem, kitap hakkında konuşmak ise sosyal bir eylem. Kitap Kulübü’nde insanlar sosyal bir ortamda felsefe, psikoloji tartışıyor, görüşlerini paylaşıyor ve onlarca insan onları dinliyor. Bir yandan da daha çok okumaya yöneliyor, okudukça gelişiyorlar. Toplum içinde sosyalleşmenin avantajlarını yaşıyorlar. Ancak her şeyden önce, kitapları farklı bir gözle okumayı da öğreniyorlar.

iyilerle kötülerin yarıştığı bir iklim

ZÜLFÜ LİVANELİ’NİN HAYATINI ANLATAN SEKİZ BÖLÜMLÜK YENİ BELGESEL YOLDA

Nebil Bey, her zamanki gibi yeni projelerin tatlı telaşı içindesiniz sanki?

N.Ö.: Evet, 8 bölümlük bir “Zülfü Livaneli” belgeseli çektik, montaj aşamasındayız. Muhtemelen bahar aylarında özel bir platformda yayınlanacak. Dokümanter-drama diyebiliriz. Zülfü Abi’yi Mert Fırat canlandırdı.   

Detaylardan bahsedebilir misiniz?

N.Ö.: Zülfü Abi’nin 1970’li yıllarda yayıncı olduğu zamanlar, İsviçre’deki sürgün dönemleri de var. Bütün hayatını masaya yatırdık. 9-10 tane kısa film halinde Yılmaz Güney’in “Yol” filminin müziklerini nasıl yaptı, İsviçre’de “Karlı Kayın Ormanı”nı nasıl besteledi… Zülfü Livaneli’nin 110 dakikalık özet hayatı olacak. Ardından “Livaneli ve Edebiyat”, “Livaneli ve Müzik” gibi düşünceler, aile ve siyaset de dâhil ayrı ayrı başlıklar halinde bölümleniyor. O kadar çok hikâye var ki… İlk Livaneli belgeselini 1999’da yapmıştım. O zaman bile iki bölüm çekmiştik.

Yeni belgesel fikri ne zaman yeşerdi, hep aklınızda mıydı?

N.Ö.: Zülfü Abi’ye çok yakınız, abi-kardeş olduk. Son belgeselin üzerinden 25 yıl geçmiş. 25 yılda onun hayatında da çok değişim oldu. İstanbul’u terk etti mesela, dünyaca ünlü bir yıldız artık. Bir yandan da çekim teknikleri, teknolojileri değişti, çeşitlendi. Ben de daha tecrübeliyim, yeni bir anlayışla bakabildik hayatına. Fazla panik yapmadan, çok yormadan, yorulmadan sohbetler ettik.

Mert Fırat isminde nasıl karar kıldınız?

N.Ö.: Mert zaten Zülfü Abi’yi biraz andırıyor. Bir de birinci sınıf bir plastik makyaj yapıldı. Elbette Zülfü Abi de onayladı; ne kadar benzerse benzesin, her gün magazin haberlerinde karşımıza çıkan müptezel tiplerden birinin canlandırmasına onay vermezdi. Oyunculuk, saygınlık, inanç, yetenek… Hem Zülfü Livaneli’nin hayatına inanmak hem de benim belgesel yönetmenliğime yakın durmak gerekiyor.

Çekimlerde nasıl anlar yaşadınız?

N.Ö.: Mesela Zülfü Abi’nin meşhur Yunanistan konserleri nedeniyle Mert Fırat’la Yunanistan’a gittik. İşkence sahneleri de çektik. Zülfü Abi 50 yıl önce 20 yaşındayken, Ankara’da bir emniyet nezarethanesinde nasıl işkence gördüğünü Mert’e anlattı, onu yönetti, yönlendirdi. Çok duygusal bir andı. İşkence sahnesinde binlerce düşünceye daldı Zülfü Abi, çok etkilendi. Babasının onu ziyaret ettiği anı yaşadı Ankara’da, çocukluğunun geçtiği evi gördü. Orada da çok duygulandı, biraz gözyaşı döktü. Dünyanın en büyük sanatçılarından biri Zülfü Livaneli.

Aranızdaki ilişkinin gücü, yakınlığınız da önemli bir etmen böyle bir belgesel yolculuğunda…

N.Ö.: Yaş alan insanların birden daha sinirli, daha saldırgan hale geldiğini gözlemleriz. Hele şöhretliyse… Zülfü Abi’nin sinirleri alınmış gibi, çok tevazu sahibi bir insan. Herkesin içine girer, herkesin elini sıkar. Onun o tarafını çok seviyorum. Bizim ulaşamadığımız çok şöhretli insan var artık. Onlardan değil. Pazara da gider, sade yaşamayı sever. Şapkayı takar, sokaklarda dolaşır.  

istanbul sanat dergisi

İlgili Haberler

Yorum Bırak